31 Temmuz 2007 Salı

Akp İle Türkiyenin Sonu işte Budur!


AKP’den Siyonizm’e Gider Ayak Son Hizmet… İbranice Eğitim…

İktidar’da olduğu 4.5 yıl boyunca halkın çoğu talebini gözardı eden, AKP Hükümeti, giderayak İsrail’in resmi dili olan İbranice’yi resmi dil ilan etti.
Resmi gazete’de yayımlanarak yürülüğe giren karara göre, bundan böyle resmi ve özel kurslarda işgalci israil devletinin resmi dili olan ibranice eğitimi resmileşecek.
İbranice ile birlikte, terör örgütü pkk’ya destek olması ile tanınan hollanda’nın resmi dili olan flemenkçe de resmi dil olarak ilan edildi. Ancak ne hollanda’da ne de israil’de türkçe’nin resmi olarak tanınmamasına rağmen bu ülkelerin dillerinin resmi olarak kabul edilmesi kültür işgali olarak nitelendiriliyor.

Erdoğan: ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız


By Recep Tayyip ErdoganThe Wall Street JournalMarch 31st, 2003
“We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.”
“ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız.”

TÜRKiYE’NiN YENİ ‘FETRET’ DÖNEMİ, BOP, Ilımlı İslam

TÜRKiYE’NiN YENİ ‘FETRET’ DÖNEMİ
Istanbul’da 15 ve 20 Kasim 2003 tarihlerinde patlayan bombalar, Türkiye’nin küresel düzen içindeki yerinin yeniden tanimlanmasi tartişmalarini da tetiklemiş görünüyordu.
El Kaide bağlantili islamci bir örgütlenme tarafindan gerçekleştirilen eylemlerde onlarca kişi yaşamini yitirdi. Ölenler arasinda Ingiltere’nin Istanbul Başkonsolosu da vardi.
Türkiye’de Sinegoglara, Ingiliz Başkonsolosluğu’na ve İngiliz-Yahudi sermayesinin uluslararasi bankalarından HSCB’ye yönelik kanli eylemlerin, daha önce Amerika Birleşik Devletleri, Ingiltere, Ispanya, Irak, Suudi Arabistan ve Tunus’ta gerçekleştirilen, Islami renkli saldirilardan farkli değerlendirildiğini söylemek mümkündü.
Türkiye’ye bir test alani olarak bakiliyordu; ilimli Islam ile radikal Islamin kapişacaği tarihsel, kültürel ve sosyolojik bir alan. Saldırıdan hemen sonra Bati basininda, “Sandik bombayı yenecek mi?” diye soruluyordu. Sandikla işaret edilen AKP ile onun hükümet ettiği Türkiye oluyor, bomba ise radikal Islami simgeliyordu.
Bati, 11 Eylül 2001′de New York’ta “Dünya Ticaret Merkezi” adi verilen ikiz gökdelenlere yönelik yikici saldirilardan sonra, Atlantik ötesi ve berisiyle, küresel bir tehdit olarak algıladığı radikal Islama karşi çözümü, giderek artan oranda, ılımlı Islami güçlendirmekte arıyordu.
Çevresine baktiğinda bu modele en uygun ülke olarak Türkiye’yi görüyordu. Çünkü; henüz ileri sanayi ülkesi olmasa bile, sanayileşmiş; diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında üretim yeteneği gelişmiş; modernleşme yolunda ileri sayilabilecek adimlar atmiş; iyi-kötü işleyen bir parlamenter düzeni ve laiklik geleneği olan Türkiye; özellikle ABD için 11 Eylül eylemlerinden sonra giderek farkli bir anlam taşimaya başliyordu. Denilebilir ki, Istanbul’da yapilan saldirilar bu “anlami” daha da güçlendirmişti.
Artik, hem ABD hem de Avrupa’daki Amerikanci çevreler, geçmişten farkli olarak Türkiye’ye yeni bir rol biçmeye hazirlaniyordu. Doğrusu, Almanya ve Fransa gibi diğer Bati Avrupa ülkelerinin de bu role pek itiraz ettikleri söylenemezdi. Dolayisiyla, daha önce “modern, laik ve demokratik bir Müslüman ülke” olarak Islam dünyasi için örnek oluşturduğu belirtilen Türkiye, -ki bu söylem neredeyse bir klişe haline gel-mişti- bundan sonra “Ilimli Islam” ülkesi olarak bütün Doğu’ya “model” olarak sunulmak isteniyordu.
Bu yönde Bali basininda çikan yazilarda gözle görülür bir artiş vardi. Türkiye’de AKP hükümetinin, bu model için “ideal” bir politik araç ve ortam oluşturduğu da, hiçbir ciddi kanita ve deneye dayanmasa bile, sıkça tekrarlaniyordu. Işte, ABD Başkani G. W. Bush ve Ingiltere Başbakani Tony Blair’in Istanbul’da, Beyoğlu’ndaki Ingiliz Başkonsolosluğu’na ve Levent’te-ki HSBC’ye yönelik 20 Kasim 2003 saldinlarindan üç saat sonra birlikte kameralarin önüne geçerek, canli yayinda Türkiye’yi “küresel teröre karşi savaşta bir cephe ülkesi” olarak tanimlamasinin arkasinda yatan politik değerlendirme buydu.
Bati basini ve ABD’deki enstitü ve vakiflarda geliştirilen bu tezler, küçük bir sapmayla hemen Türkiye’de de yeniden üretilmeye başlaniyordu. Özellikle Islamci basinin bir kesimi utangaç şekilde bu yönde yayinlar yapmaya, “derin” analizler üretmeye yöneliyordu. Cengiz Çandar gibi isimler ise, durumdan vazife çikararak bu siyasetin fikri arka planini inşa etmeye girişiyordu.
BOP/ GOP VE ILIMLI İSLAM
Bu fikri arka plan; aslinda ABD’nin gezegene hakim olma stratejisini formüle ettiği, “Yeni Amerikan Yüzyili Projesi” ve projenin en önemli siyasal etabi olan Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (BOP/GOP) diye isimlendirilen stratejik planlamadir. ABD’nin, yeryüzünün en zengin enerji havzalarının bulunduğu Merkezi Avrasya’yi (Ortadoğu ve Hazar havzasi) denetim altina almak için geliştirdiği GOP’un en önemli boyutunu ise, hiç kuşkusuz “Ilimli Islam” stratejisi oluşturuyordu.
Çünkü, hiçbir rejim sadece askeri ve siyasal zorla ayakta kalamazdi. Bu durum, siyasal ve sosyolojik bir olgu, daha da önemlisi tarihsel derslerden biridir. Dünyanin en kötü ve zorba yönetimleri bile, ömeğin çöpleri toplamak ve firinlan çaliştirmak zorundadir. Dolayisiyla asgari bir toplumsal destek oluşturulmadan hiçbir baskici yönetim ya da diktatörlük sürdürülemez. Ayni şey askeri işgaller ve sömürgecilik için de geçerlidir. Işgal ya da sömürgeciliğin sürdürülebilmesi için etkili bir işbirlikçi sinif ve belli bir toplumsal destek veya kayitsizlik gereklidir.
Işte GOP ve ilimli Islam siyaseti, Ortadoğu ve Islam coğrafyasinda ABD işgaline, neo-klasik sömürgecilik girişimine toplumsal ve siyasal riza üretmek için geliştirilen bir stratejik bir planlamadir.
Özetle ilimli Islam, batili değerlerle uyumlu, siyasal olarak ABD’nin ihtiyaçlarina göre düzenlenmiş, sinirlarin yeniden çizildiği ve nihayet rejimlerin bu amaca uygun olarak değiştirilmesinin öngörüldüğü GOP’un taşiyici kavramidir. Ve bu kavram/stratejik planlama bizi getirip AKP’nin ve Fethullah Gülen hareketinin kapisina koyar.
FETHULLAH GÜLEN’İN MİSYONU!
Çünkü llimli Islam projesinin, içeriden, bölgenin tarihsel ve kültürel ortamindan beslenen, dahasi teolojik zeminde bir taşıyıcıya ihtiyaci vardı. ABD için çok önemli olmakla birlikte, AKP, politik bir parti olarak bu ihtiyaci tam olarak karşılayamazdı. İslami bir kanaat önderi ya da etkili bir tarikat liderinin de katkisi ve desteği gerekliydi. Bu isim, geniş bir örgütsel ağa, mali güce ve yaygin bir etkileme alanina sahip olan Fethullah Gülen’den başkasi değildi.
Bugün Fethullah Gülen, “Dünya denilen geminin kaptani” olarak nitelendirdiği ABD’nin otorite ve iradesine, Islami hedeflere ulaşmak için boyun eğilmesi gerektiğini vaaz ediyor. Dolayisiyla Gülen, ABD’nin “llimli Islam” projesinin teolojik ve felsefi arka planini oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri portresi çiziyor. ABD, GOP’un teolojik arka planini hazirlayacak “alimler” aradiğinda Fethullah Gülen “buradayim” diye elini kaldırmıştı.
Aslinda Fethullah Gülen, daha yolun başindan itibaren ABD ve onun istihbarat örgütleriyle ilişkili bir isimdi. Gülen, Soğuk Savaş yillarinda, yani daha 1960′lı yillann başinda, Komünizmle Mücadele Demeği (KMD)’nin Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu üyesiydi. ABD, Türkiye yakin tarihinin en demokratik denebilecek anayasasini getiren 27 Mayis 1960 hareketinin önünü kesmek için, istihbarat örgütü CIA araciliğiyla KMD’yi kurdurmuştu. Bu demek, denilebilir ki, Türkiye’de emperyal istihbarat örgütleriyle ilişkili ilk Soğuk Savaş örgütlenmesiydi.
Bugün Türkiye’de Islamci alanda siyaset yapan bir çok isim bu derneklerde yetişmişti. Örneğin, Saadet Partisi Genel Başkani Recai Kutan Malatya KMD başkaniydi. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de bu tip derneklerden biriydi. AKP’nin Dişişleri Bakani Abdullah Gül gibi bir çok Islamci politikaci da MTTB’nden yetişmiş, yöneticilik yapmişti.
Gelenekte bu vardi! Kendi ideolojik-siyasal projelerini (şeriati) hayata geçirmek için gerektiğinde batili emperyal güçlerle işbirliği yapmak…
ILIMLI ISLAM’IN YEŞİL KUŞAKTAN FARKI
llimli Islam projesini, Soğuk Savaş yillarinda yine ABD patentli olan ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmayi amaçlayan “yeşil kuşak” stratejisi ile karjştirmamak gerekiyor.
Çünkü, “yeşil kuşak” siyaseti, radikal ya da ilimli olduğuna bakilmaksizin her Islami harekete, anti-komünist olmak şartiyla sinirsiz destek verdi. Sönümlenmeye başlayan Islami duyarliliklari besledi, büyüttü, örgütledi ve kişkirtti. Çoğu ülkede Islamcilarin ellerine silah verdi, onlari donatti (El-Kaide bu tip örgütlerden sadece biriydi). Onlari bir soğuk savaş gücü olarak hazirladi ve iç savaş aygiti olarak konumlandirdi. Bu politikanin ismi realizm (gerçekçilik), bunu savunanlarin sifati da realistlerdi.
llimli Islam projesi ise, Müslüman dünyayi bölmeyi, kendisine yönelik politik bir tehdit haline gelen radikal Islami yalnizlaştirmayi ve ezmeyi amaçliyor. Bu nedenle, söz konusu projenin ilk sonuçlari, dünyada ve Türkiye’de radikal Islamin ezilmeye çalişilmasi olacaktir.

Diğer taraftan; ilimli Islam projesinin Türkiye bakimindan önemi ise çok yönlüdür. Çünkü; Türkiye’nin kisa ve orta vadede politik yapilanmasini, toplumsal hayatini ve kültürel şekillenmesini derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Bu emperyal proje, Türkiye’de rejimin ve toplumsal yaşamin niteliği, rengi ve geleceği ile ilgili bir çatişmanin yolunu döşemiş ve bugün ülkeyi, derin bir krizin eşiğine getirip birakmiştir.
Bu boyutu ve özelliğiyle, Türkiye’nin bugün yaşadiği gerilimin 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 krizlerinden hem nitelik olarak hem de çatişan güçlerin dizilişi bakimindan çok farkli olduğunu görmek gereklidir. Kaldi ki nitelik farki, kaçinilmaz olarak bölünmenin karakterini de belirlemektedir. Türkiye’nin, kirilmalara uğrasa da, 80 yillik cumhuriyet birikimi ile geleceği arasinda yaşanan bir gerilimdir bu.
Bati ve ABD’yi yönetenler, Türkiye’nin sahip olduğu laik düzen nedeniyle Islam dünyasindan onlari etkileyemeyecek kadar uzaklaştiğini, bu nedenle cumhuriyetin ve laiklik ilkesinin yeniden tanimlanarak llimli Islami bir yoruma kavuşturulmasi gerektiğini düşünüyor. Işte bu anlayiş AKP kurmaylari tarafindan açikça sahipleniliyor ve savunuluyor.
Örneğin, TBMM Başkani Bülent Arinç’in 23 Nisan 2006 günü yaptiği konuşma ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’m kimi açiklamalan hiçbir yoruma gerek birakmayacak bir açiklikla bu yaklaşimi ortaya koyuyor. Bu politik hamle, toplumu cumhuriyetin başlangiç ilkeleriyle Islami hukuk (şeriat) arasında bir ortalama almaya zorluyor. Bunun adı da ilimli Islam oluyor.
YENİ ‘FETRET’ DÖNEMİ
Bilinmeli ve beklenmelidir ki, “Ilimli Islam” projesinin Türkiye’de gerçekleştirilmesinin çeşitli güçlükleri bulunmaktadir.
Öncelikle söylenecek şey şudur; Soğuk Savaş döneminde sola karşi bir kalkan olarak kullamlan Islamci hareketler, devlet tarafindan korunup kollanirken artik böyle bir ihtiyaç yok. Türkiye’nin cumhuriyetçi geleneğe sahip güçlerinin yanisira, komünizmin bir tehdit olmaktan çikmasi nedeniyle batici Türkiye elitinin önemli bir kesimi de bu projeye, en hafif deyimiyle sicak bakmiyor.
Bugün Türkiye’nin egemen güçleri arasinda bir yön ve program farklilaşmasi oluşmuş durumda. Toplum ise yön duygusunu yitirmiş ve şaşkin.
Aynca, ortada çok daha önemli bir güçlük var; bütün sorunlarina karşin, Türkiye laikliği büyük ölçüde içselleştirmiş ve bu yönde gelenek oluşturmuş bir ülke. Şiddetli bir iç po­litik çatişma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek çok zor.
Türkiye, deyim uygunsa bugün yeni bir “fetret” dönemi yaşiyor. Ülke, tipki 1402 Ankara Savaşi yenilgisinden sonra-ki Osmanli Devleti’nde olduğu gibi şehzadeler arasindaki bir iktidar mücadelesine sahne oluyor.1
Başka bir anlatimla, merkezi otoritenin zayiflamasi ve Türkiye eliti arasinda yaşanan yön ve program farklilaşmasi sonucu ülkede bir iktidar parçalanmasi/dağilmasi yaşaniyor. Farklı güç ve iktidar odaklan ortaya çikiyor ve etkinlik alanlarini genişletmeye çalişiyor.
Bunun anlami şudur; Türkiye’nin tepesinde bugün bir kurumlar savaşi yaşaniyor. Hükümet ve Meclis çoğunluğu; Cumhurbaşkanliği, Yüksek Yargi, Üniversiteler ve Türk Silahli Kuvvetleri ile çatişiyor. Polis, TSK’ya ve yüksek yargiya karşi hükümetin emrinde örtülü operasyonlar yapiyor. Her güç odaği, bütün iktidan eline geçirmek için kiyasiya bir mücadeye girmiş durumda.
Fetret dönemlerinin kalici olmasi ve çok uzun sürmesi doğasi gereği mümkün değildir. Ya güçlü bir şehzade çikacak ve digerlerini tasfiye ederek bütün iktidan elinde toplayacaktir -ki Osmanli‘da da böyle olmuş ve Mehmet Çelebi diğer şehzadeleri yenerek, parçalanmaya son vermiş ve bütün iktidara egemen olmuştur- ya da bu süreç, ülkede bir dağilma ve çözülmeyle sonuçlanacaktir.
Işte Türkiye böyle bir eşikte duruyor ve ülke, bir uzlaşma gerçekleşmezse, şiddetli bir çatişmaya doğru hizla sürükleniyor. Gerçekleşecek bir uzlaşmanin da toplumu ve ülkeyi her halükarda tarihsel, siyasal, hukuki ve kültürel bakimdan geriye çekeceği kesin görünüyor.
Iktidar savaşinin taraflarindan biri olan AKP’nin yaninda, onunla ittifak halindeki Fethullah Gülen örgütü de bulunuyor. Devleti ve toplumu içeriden fethetmeye çalişan sinsi bir strateji izleyen Gülen ekibi, ABD’yi de arkasina almiş görünüyor. Dolayisiyla ABD, ilimli Islam projesine destek verdiği sürece -ki kisa vadede bu desteğin süreceği anlaşiliyor- etkili olmayı sürdüreceklerini görmek gerekiyor.

ABD ve İngiltere’nin AKP’nin kuruluşundaki destekleri ve övgüleri

İcazet ABD’den müjde İngiltere’den
Necip Fazıl, sıkı şeriatçiliğinın yanında iflah olmaz bir Atatürk düşmanıydı. 1940′lı yıllara kadar içkisini içen, kumarını alenen oynayan, şiirlerinde “kadın bacakları”nı ön plana çıkaran bir şairdi.
“Ata Senfoni” adlı kitabı, at yarışları oynarken biriken borçlarını ödemek için İş Bankası adına yazdığı bir kitaptı. Yine birgün kumar oynarken basılmasının ardından ben orada araştırma yapıyorum diyebiliyor, bu basılma olayından sorumlu tuttuğu Ahmet Emin Yalman’i “Deyyus”lukla suçluyordu. Arkasından da, şimdi Vakit gazetesi yazan olan; Fadimeyle, Aczimendi Şihi Müslüm’ün basıldığı evin sahibi Hüseyin Üzmez, Ahmet Emin Yalman’i din adına vuruyordu.
Amerika’nın yeşil kuşak teorisini uygulamaya koymasının ardından İslamcı guruplara dahil olan Necip Fazıl’ın en belirgin özelliklerinden biri de koyu bir Amerikan yandaşı olmasıydı. Hatta o kadar ki, Amerika’nın Iran’i işgal etme-sini teşvik eden yazılarından ötürü kendisini eleştiren Erbakan ve arkadaşlan hakkında adeta ateş püskürüyordu:
“bana isnat ettikleri kusur olarak Amerikalıların Iran cenubunu işgal etmeye teşvik ettiğimi öne süren bu beton kafalı köpekler bilsin ki, dava, Moskof’un işgaline mani olmak için orayı geçici şekilde tutmak tabiyesinden ibarettir ve ondan sonra Amerikalıya “şimdi çekilebilirsiniz’-” demek, bunu yaptırmak kolaydır. Yoksa bu sefiller o hassas bölgeyi Moskofların istila etmesine mi taraftar bulunuyorlar?..
Kuzum, söyleyin bana; bu adamlar hain mi, ahmak mı, Müslüman mı, münafik mı, nedir?…
Necmettin Erbakan tımarhanesinin zavalli delileri!.. Size acıyorum!..”
Üstatları bu denli Amerikan yanlısı olur da çıraklar ondan aşağı kalır mi? Tabii ki hayır!.. Recep Tayyip Erdoğan da partiyi kurmadan önce defalarca Amerika’ya gitmiş, Yahudi örgütlerinin kapılarını aşındırmıştı.
Tayyip Erdoğan’in destekçisi Yeni Şafak Gazetesi’nin haber müdürlüğünü de yapan Nasuhi Güngör “Yenilikçi Hareket” adlı kitabında, Erdoğan’ı keşfediyorlar başlığı altında, Erdoğan ve ekibi için,
“İçlerinde CIA Ortadoğu ve Türkiye masası şeflerinin de bulunduğu Amerikalıların övgülerine mazhar oluyordu.” şeklinde tespitlerde bulunuyordu.
Erdoğan’i destekleyen ve onu yere göğe sığdıramayanlardan biri Morton Abromowitz idi. Abromowitz, Erdoğan için şöyle diyordu;
“kravatlı ve çağdaş görünümlü Erdoğan’i Erbakan’a tercih ederim”
Erdoğan daha RP Beyoğlu İlçe başkanı iken aslen bir Yahudi olan dönemin ABD Büyükelçisi Morton Abromowitz ile tanışmaya can atmış ve bu dileğine de kavuşmuştu. Erdoğan ile Abramowitz’in Kasımpaşa’da buluşmasını sağlayan isim gazeteci Ruşen Çakır’dı. Abromowitz-Erdoğan görüşmeleri kesintisiz olarak sürdü. 15 Ekim 1996 tarihinde Erdoğan’i makammda ziyaret eden Abromowitz, Erdoğan’a “Siz Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz” diyor, Erdoğan da, Abromowitz’in olumlu ve sıcak bir mesaj getirdiğini söylüyordu.
Türkiye’nin geleceği için Tayyip Erdoğan’ı çok önemli gören Abromowitz, gittiği her ülkeden kovulan bir isimdi. Abromowitz, Amerika’mn eski Ankara Büyükelçisi sufatına ek olarak, sık sık MOSSAD ajanı suçlamalarıyla karşı karşıya kalmış lrk bilinci yüksek bir Amerikan Yahudisi olma özelliğini de taşıyordu. ABD Dişişleri İstihbarat ve Araştırma Müsteşar yardımcılığı görevlerinde de bulunan Abromowitz, Amerikan istihbarat örgütleri arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevliydi.
Abromowitz; “Kürt sorunu kendi haline bırakılamaz” diyerek, Türkiye’nin parçalanabileceği şeklinde hezeyanlarda da bulunmuştu.
Abromowitz’in gözünde, “Türkiye’de otuzu aşkın etnik gurup var. Biz bu etnik guruplardan bir mozaik oluşturacağız“ diyen Tayyip Erdoğan bulunmaz bir nimetti. Zira Erdoğan da, Türk kelimesinden rahatsızlık duyduğu herkesçe bilinen biriydi. Sözgelimi Ausburg’da yaptığı bir konuşmada, “Sen ille de Ne mutlu Türküm diyene, dersen kaidedir, etki tepkiyi doğurur. Öbürü de ne diyecek, ‘Ne Mutlu Kürdüm Diyene’ diyecektir…” diyerek adeta Türklüğe olan hıncını kusuyordu.
Tayyip Erdoğan, 1991 seçimlerinden sonra RP Istanbul 11 Teşkilati bünyesinde çahşan, Milli Gazete ve Zaman gazetesinde yazılar yazan, “Şafakta 10 Gün” isimli kitabıyla İran İslam Devrimine övgüler yağdıran Mehmet Metiner’in başkanlığında, Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak, Altan Tan ve diğer İslamcilardan oluşan bir kurul oluşturuyor, bu kurul RP İstanbul 11 Teşkilati adına bir “Kürt Raporu” hazırlıyordu. Gazeteci Fehmi Çalmuk’un yayımladığı rapor özetle şöyleydi:
“Resmi ideoloji bütün bu noktalarda iflas etmiştir. Kürt gerçekliği 1980 askeri darbesiyle birlikte yeniden inkar edilmiş, Kürtçe 2932 sayılı yasa ile yasaklanmıştır. Ancak dış dünyada meydana gelen değişmelerin içeride yol açtiği zorunlu zihinsel değişmeler ve en önemlisi de PKK ile sürdürülen geleneksel zora dayalı yönetimin başarısızlığa mahkum olduğunun anlaşılması, Kürt sorununa “Tam Demokrasi ve ‘Kültürel Çoğulculuk’ temelinde yaklaşmayı beraberinde getirmişti. Cumhurbaşkanı Özal’in ilk defa Kürt varlığını tanıdıklarını ilan etmesi ve sonraki günlerde ‘federasyon da dahil her konu tartışılmalıdır’ türünden demeçler vermesi, Körfez krizi esnasinda Celal Talabani ve Mesut Barzani’nin temsilcisiyle en üst düzeyde görüşmeler yapmasi, Kürt sorununun yeni bir bakış açısı temelinde konuşulmasına rahat bir imkan sağlamıştır…
…Türkiye’de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin Kürt meselesinde inkarcı, asimilasyoncu, baskıcı davrandığı açık seçik söylenmeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulayabilmeliyiz
Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi için engelleyici tüm yasaların kaldırılması gerektiğini, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe’nin öğretilmesi için yasal imkanların hazırlanması gerektiğini, bütün bu hakların Türkiye’de yaşayan diğer halklara da (Laz, Çerkez, Gürcü, Arap vs..) tanınması gerektiğini, bu çerçevede Türkiye’nin kültürel bir çoğulculuğa sahip olması gerektiğini savun-mak…
Türkiye’de dileyen herkesin kendi ana dilinde eğitim-öğretim yapabilmesini savunmak, kitle iletişim araçlanndan yararlanmasını savunmak..
PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; “Bölücü”, “terörist”, “ayrılıkçı” vs…”
“Türk” sözünden ürken ve Rize İline bağlı eski bir Rum beldesi olan Güneysu ilçesinin Dumankaya köyünden olan Tayyip, partisine de adeta yine Türk kelimesine alerji duyan insanları topluyordu. Bunlardan biri de Bitlis Milletvekili Zeki Ergezen’di. Bu Milletin ekmeğini yiyen Ergezen, Türklüğe olan kinini Arabistan’da DEP milletvekilleriyle yaptıkları toplantıda şöyle dile getiriyordu:
“…Gelin dağa taşa, ‘Ne Mutlu Türküm’ diye yazacağınıza, gelin dağa taşa ‘Ne Mutlu Müslüman’ım’ diye yazalım…”
AK Parti, İstanbul milletvekili: Mustafa Baş da, 1994 yılında İstanbul-Üsküdar’da yaptığı Hilafet özlemi içeren konuşmasında, Türklüğü tahkir etme yarışında diğer partililerinden aşağı kalmadığını gösteriyordu:
“…Bugün Türkiye’de rejimi sorgulamak mecburiyeti vardır. İş Bankasi kurulurken temeline, reklamlarına hakın, ta Hin-distan’daki, kollarındaki, boyunlarindaki, parmaklarındaki alyansı, küpeyi, kolyeleri birleştirip İstanbul’a İngiliz ordusu girmesin diye Anadolu’ya bu mülete varını yoğunu gönderen Hindistanli Müslümanları düşünün.
Sen bir düzen kurmuşsun… Bir nizam kurmuşsun… O nizamla Hindistan’dan, Nijerya’dan, Filipinlerden Ortadoğu’nun her bölgesinden insanlann kalbini İstanbul’a bağlamışsın… İnsanların bütün imkanlarını İstanbul’a aktarabilmişsin. Yardımcı seferber yapabilmişsin.
Şimdi o nizam yerinde Ankara’da kurulan bir düzen; Hatay’daki, Maraş’daki, Mardin’deki Siirt’teki bin yıl kardeşçe yaşamış toplulukların kalbini şayet Ankara’ya bağlayamamışsa; bu sistemin bu rejimin kökünde bir illetin olduğunu, bir hastalığın olduğunu açıkça gösterir.
Sabah, alayı, tümeni, orduyu, askeri kaldırarak, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ diye yürüyüş karan saydırmakla Türkün mutlu olmadığını görüyoruz-”
Abromowitz’in Tayyip’e boşa güvenmediği, 7 Mart 2002 tarihinde yapilan Talabani-Erdoğan görüşmesi sırasında anlaşılıyordu. Tayyip Erdoğan, Celal Talabani ile görüşürken şunları söylüyordu:
“21. Yüzyıl diktatörler çağı olmamalıdır. Sağlıklı bir demokrasi, laik bir anlayışı gerçekleştirebilirsek, bu münasebetlerimize katkı sağlar. Halkın katılımcılığını çok anlamlı buluyorum. Irak’tan ve Kürdistan’dan aldığımız bilgiler bizleri memnun etmiştir.”
Tayyip’in bu konuşmayı yapması tesadüf değildi. Zira yine aynı gün Fransa’nın madamı Danielle Mitterand başkanlığında, Heinrich Böll arşivi yöneticisi Viktor Böll ve Türkiye’nin doğusunda Kürt Devleti hayalleri kuran bir kısım bölücü dernek yöneticileri, “Kürtçe Eğitim Yapılsın” kampanyası başlatıyordu.
Tayyip’in Amerikalı destekçileri arasında “Yenilikçi hareket, Türkiye’deki İslamcıların öncüleridir” sözleri ile yer alan bir diğer kişi de, CIA Ortadoğu ve Türkiye masası şefi Graham Fuller’di.
Graham Füller, Atatürk’ün ve Kemalizm’in artık devrini tamamladığını iddia ederken, Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş’ in “Militan Demokrasi” adlı kitabında yer alan şu sözleri söyleyebiliyordu:
“Türkiye Kürtlere özerklik vermelidir. Böylece Türkiye’deki Kürtlerle, Kuzey Iraktakiler bütünleşebilir…”
Tayyip Erdoğan, Siirt’te halkt isyana teşvik amactyla okuduğu şiir sonucu hak ettiği cezayi alınca ilk yırtınan yine Amerikalılar oluyordu. İçişlerimize ve hukuk sistemimize müdahale olarak nitelenebilecek bir şekilde açıklamalar yapmaktan kaçınmıyorlardı. 28 Eylül 1998 günü, Tayyip Erdoğan’ı sık sık ziyaret etmesiyle ünlü ABD İstanbul Başkonsolosu Caroline Huggins, Erdoğan’ın aldığı ceza için şunları söylüyordu:
“Bu tür gelişmeler Türk demokrasisine olan güveni zayıflatır..”
İngilizler de Okey verdi
Amerikanın inayetine, İngilizlerin de okeyi ekleniyor ve İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger Short’un “Bu parti bizi mutlu eder” şeklindeki sözlerinin ardından AK Parti kuruluş aşamasım tamamlıyordu. ‘oy’u da bizim insanımızdan alacaktı. Demek ki, AK Parti oyları bizim insanımızdan alacak; ama İngiliz ve Amerikalıları memnun edecekti.
Tayyip Erdoğan’in medyadaki en büyük destekçisi olan Yeni Şafak Gazetesi’nin 8 Ağustos 2001 tarihli haberine göre, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul-Üsküdar’daki bürosunda gerçekleşen ve bir saat süren görüşme sonunda Erdoğan, “Kurulacak parti hakkında konuştuk ve görüşme son derece olumlu geçti” diyordu.
İngiliz konsolos ise kurulacak olan partiden duydukları memnuniyeti şu sözlerle dile getiriyordu:
“Bildiğiniz gibi biz çoğulcu demokrasiden yanayız. Bu parti de bu düşünceyi destekliyor. Böyle bir partinin ku-rulmasi bizi mutlu eder…”
“Yeni Şafak” gazetesinde ertesi gün de “ingiliz Başkon-solosu Erdoğan’i ziyaret etti” başlığıyla çıkan bir haberden, bu yeni oluşumun ardındaki ingiliz parmağı açıkça görüle-biliyordu:
“İngiltere Başkonsolosu Short, “Çoğulcu demokrasiden yanayız. Böyle bir parti kurulmasi bizi mutlu eder” dedi. İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger Short, parti kurma hazırlıklarını sürdüren eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ziyaret etti. Erdoğan’ın Üsküdar Emniyet Mahallesi’ndeki bürosunda gerçekleşen Short ile Erdoğan görüşmesi yaklaşık 45 dakika sürdü. Başkonsolos Short, görüşmeden sonra bürodan ayrılışı sırasında basın mensuplarının soruları üzerine, Tayyip Erdoğan’in planları ve yeni partiyle ilgili konuştuklarını söyledi.”
“Haftaya haber alırsınız” başlığı altında da şu bilgiler yer alıyordu:
“Short, “Tayyip Erdoğan’in planları nedir?” şeklindeki soruyu, “Onun neye ilgi duyduğunu herkes biliyor. Haftaya haberleri almış olacaksınız” diye cevapladı. Bu konudaki düşüncelerinin sorulması üzerine Short, “Bildiğiniz gibi biz çoğulcu demokrasiden yanayız. Bu parti de bu düşünceyi destekliyor. Böyle bir partinin kurulmasi bizi mutlu eder” şeklinde konuştu. Roger Short, “Tayyip Erdoğan’in misyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna ise şu karşılığı verdi: “Bu parti çoğulcu demokrasiyi benimserse, yeni atılımlar yaparsa bizi mutlu eder. Çoğulcu demokrasinin benimsenmesiyle, oy kullananlar isteklerini daha kolay ifade edecekler. Bu onları mutlu eder. Böylece demokrasinin gelişmesi de bizi mutlu eder.” “Fazilet Partisi’nin bu şekilde ayrışması konusunda ne düşünüyorsunuz?” sorusu üzerine de Başkonsolos Short, “Bu, bizim cevap vereceğimiz bir konu değildir” dedi. Recep Tayyip Erdoğan da, görüşmenin son derece olumlu geçtiğini ve kuracakları yeni parti hakkında konuştuklarını söyledi.”
AKP kurucularından Halil Ürün’ün ile birçok AKP milletvekilinin köşe yazarlığı yaptıkları Akit gazetesinde Sultan Vahidettin’e ağıtlar düzülürken, gazetenin istihbarat şefi ve köşe yazarlarından Erdal Şimşek, İstanbul’un ingiliz işgali altındaki günlerini özlediğini duyuruyordu:
“… Tekrar zulanızda sakladığınız eskimiş bir rüyaya sığınmak istiyorsunuz. Bu öyle bir kaçış ki, “işgal İstanbulu” na dahi razısınız…
Anadolu yakasında, bir yalının cumbasında misafiriniz olacak “işgal zabiti” ni bekliyorsunuz. İşgalci zabiti bahçede görür görmez, oradan kaçıyorsunuz.”
AKP’nin basındaki en hızlı destekçilerinden Akit gazetesinin başyazan Abdurrahman Dilipak her firsatta yapageldiği Cumhuriyet değerlerine yönelik saldırılarına İngilizlerin melanetlerini dahi Türkiye Cumhuriyetine yikma çabalarını da katıyor; Ingiliz ve Yunan sansürcülüğünü bile Cumhuriyet idaresine yüklemeye çalışıyordu. Milliyet gazetesinden Hasan Pulur bunu şöyle belgeliyordu:
“Kanal 6′da Hulki Cevizoglu’nun Ceviz Kabuğunda istiklal mahkemeleri tartışılıyor, tartışmacılardan biri Istiklal mahkemeleri uzmani Prof.Dr Ergün Aybars, karşisinda islami kesimin yazarlarından Abdurrahman Dilipak…
Bir ara konu sansüre geliyor. Dilipak, önündeki kitaptan Falih Rifki Atay’in “Eski Saat” inden bir yazısıyla, o dönemde uygulanan sansürü ispat etmek istiyor.
Prof. Aybars, müdahale ediyor.
‘Yazının tarihini söyler misiniz?’
Dilipak, ya anlamıyor, ya da anlamamazlığa geliyor, kitabın basım tarihini söylüyor:
‘1933′
Prof. Aybars üsteliyor:
‘ben size yazinin tarihini soruyorum, o yazinin tarihi nedir?’
Dilipak söylemek zorunda kaliyor:
‘1922′
Prof.Ergün Aybars öyle bir gol atiyor ki:
‘1922 Mayıs’ın da İstanbul Ingiliz, Anadolu Yunan işgali altındadir. Falih Rifki Atay’in yazdığı sansür; İngiliz sansürüdür.”

Hilafet Ordusundan Arap Kürt Partisine - Ergün Poyraz

EY AKIL NEREDESİN?

Bugün Gazetesi’nde dün bir köşe yazısı yayımlandı. Başlığı şöyle: “Erlerimiz savaşıyor, subaylarımız nerede?”
Başlığı okuyunca ne demek istediğini anlıyorsunuz. PKK mücadelesinde subaylarımız yok! Onlar sütre gerisine çekilip keyif yaparken erlerimizi araziye sürüyorlar. Erlerimiz şehit düşüyor, yaralanıyor, sakat kalıyor.
Yazıda özetle aynen şöyle deniliyor:
“Muharebe subay işidir. Ama (Güneydoğuda) erler savaştırılıyor, yedeksubaylar savaştırılıyor. PKK ile mücadelede subaylarımız nerede? Ortada mücadele planı yok. PKK ile mücadele er muharebesi değil, subay muhaberesidir. Bölgede kaç subay vardır? Subaylarımız nerede?”
Türkiye’de belli kesimlerde korkunç bir ordu düşmanlığı var. Özellikle şeriatçılarda ve kendilerini “aydın” olarak tanımlayan entel kesimde bu düşmanlık had safhada.
Dünyanın her yerindeki savaşlarda rütbeli kaybı daha az, er kaybı daha fazladır. Nerede, hangi savaşta olursa olsun bu gerçek değişmez. PKK olayında da böyledir. Kaldı ki, erler de subaylar ve astsubaylar da vatan evladıdır. Olayı kirli siyasete, ordu düşmanlığına alet etmenin, anlamı yoktur. Subaylar nerede imiş!
Bu yazıyı yazan şahıs Güneydoğu’da binlerce subay ve astsubayımızın evlerinden ve ailelerinden uzakta, mütevazı lojmanlarda, kışlalarda, arazide çadırlarda, karakol binalarında yattığını herhalde bilmiyor. Ya da bildiği halde, sadece onları suçlamak için bu incileri döktürüyor. PKK terörü 1984 yılında başladı. Şu anda 23. yılını yaşıyoruz.
Bu süreçte subay, astsubay, uzman çavuş ve er olarak toplam yedi bin dolaylarında şehit verdik. Subayların nerede olduğunu merak ediyorlarsa bazıları, İzmir Kadifekale’ye, Ankara Cebeci’ye, İstanbul’daki şehitliklere Anadolu’nun her şehrinin mezarlıklarına, Ankara’daki TSK Rehabilitasyon Merkezine gitsin de bir görsün subayların nerede olduklarını.
Ey Akıl neredesin böyle insanlara uğramaz mısın? Ey görmeyen gözler nasıl göreceksiniz gerçekleri?

AKP, PKK omuz omuza

Şehit cenazesine katılan Bülent Arınç, şok eden sert sloganlarla protesto edildi.
Terör örgütü PKK’nın yola döşediği mayını patlatması sonucu şehit olan Yarbay Melih Gülova, Binbaşı Ramazan Armutçuoğlu ve er Hasan Güreşen’in cenazeleri bugün memleketlerinde toprağa veriliyor. Ankara ve Manisa’daki törene katılan hükümet üyeleri sert sloganlarla protesto edildi.

Manisa: “Hainler dışarı”
Manisa’daki şehit Yarbay Melih Gülova son yolculuğuna uğurlanıyor. Kentte esnaf işyerlerini Türk bayraklarıyla donattı.
Hatuniye Camii’nde düzenlenen cenaze törenine katılmak üzere kente gelen TBMM Başkanı Bülent Arınç, protesto edildi.
Cenazeye katılanlar, “Arınç dışarı“, “Hainler dışarı“, “Askere uzanan eller kırılsın“, “Yan gelip yatmadı, vatanını satmadı“, “Hepimiz askeriz, PKK’ya yeteriz“, “Hükümet istifa“, “Apo’yu asın“, “AKP, PKK omuz omuza” sloganları atıldı.
Cenazeye katılanların elindeki “1 ayda 40 şehit” yazılı pankart dikkat çekti.

Ankara: “AK Parti dışarı”
Şehit Binbaşı Ramazan Armutçuoğlu için Kocatepe Camii avlusunda cenaze töreni düzenleniyor.
Törene Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Devlet Bakanı Beşir Atalay, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu, Başkanvekili Haşim Kılıç, DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, HÜRPARTİ Genel Başkanı Yaşar Okuyan, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan ve kuvvet komutanları katılıyor.

Askere ve Sezer’e alkış
Törende Cumhurbaşkanı Sezer, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ve kuvvet komutanları vatandaşlar tarafından alkışlanırken, AK Parti’li bakanlar sert tepki ile karşılaştı.
Şener dışındaki AK Partililere protesto
“AKP dışarı” sloganlarının atıldığı törende AK Parti’li bakanlar uzun süre protesto edildi. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’e ise tepki yoktu. Şener, protesto edilmeyen tek AK Partili oldu.

Törende, Türk bayrakları taşınarak “Kahrolsun PKK, işbirlikçi AKP, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları atıldı.
İstanbul: Teröre lanet yağdı
İki çocuk babası piyade er Hasan Güreşen’in Gaziosmanpaşa’daki evinin önünde düzenlenen törende, terör örgütü aleyhine sloganlar atıldı. Türk bayrakları ve Güreşen’in fotoğraflarıyla süslenen sokaktaki tören sırasında, şehidin yakınları ve vatandaşlar gözyaşlarını tutamadı.
Burada toplanan grup, terör örgütü aleyhine sloganlar attı. Güreşen’in cenazesi, daha sonra Eyüp Rami’deki işyerlerinin önüne getirildi. Büyük bir Türk bayrağının asıldığı işyerinin önündeki tören sırasındada vatandaşlar, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları attı.
Şehit erin cenazesi, Levent Camii’ne götürülmek üzere konvoy eşliğinde buradan ayrıldı.